Tek kutuplu ve modern dünya, ülkelerin tek başına kararlar alabildiği ve aldıkları o kararlar doğrultusunda kendi başına buyruk hareket edebildiği o eski dünya olmaktan çıkmıştır. Küreselleşen dünyada bir ülke artık bir diğerinden bağımsız hareket edemez hale gelmiştir. Bir ülkenin aldığı kararlar bir diğerini müspet veyahut menfi doğrudan etkilemektedir. İki kutuplu dünyada Sovyet döneminde olduğu gibi mutlak inziva yani izolasyon mümkün değildir. Bu durum diplomatik ilişkileri sadece bir diplomatik nezaket ilişkisi olmaktan çok daha yukarıya taşımaktadır. Aynen Sadi’nin şu şiirinde yazdığı gibi: “İnsanoğlu Birbirinin Uzvu Gibidir”. Yani birisine bir şey olduğunda diğeri de bundan etkilenir. Kadim dünya için hümanistçe söylenmiş bu söz artık modern dünyada başka manalara gelmektedir. Yani birbirini etkilemek, etki altına almak gerekir ki uzuvlar hakim bir uzvun kontrolü altına girsin.
Günümüzün dünyasında uluslararası ilişkilerde jeopolitik ve stratejik önem, askeri ve ekonomik güç bir ülkenin uluslararası pazardaki değerini belirleyen en önemli etkenlerdir. Diğer kriterler en güçlü olanın menfaatleri doğrultusunda hizalanırlar. Hizaya gelmek istemeyenler ise hizaya getirilirler. Askeri ve ekonomik yönden en güçlü ülkeler nispeten daha zayıf olan ülkeleri kendilerine bağımlı bir politik ve ekonomik yapıda olmalarını sağlamak için değişik stratejiler uygularlar. Bunun en hafifi tıpkı eski dünyanın İmparatorluklarında olduğu gibi kendine yakın yandaş topluluklar oluşturmaktır. Şimdilerde Büyük Britanya’nın Brexit’le Avrupa birliğinden ayrılarak Commonwealth adı altında eski yandaşlarını bir arada tutma gayreti bu durumun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Bir benzerini Ukrayna’yı işgal etmek isteyen Rusya yapmaktadır. Eski Sovyetler Birliği çatısı altındaki ülkelerle benzer ilişkiyi sürdürmek istemektedir. Kaybettiği Doğu Avrupa ülkelerinden sonra Ukrayna’yı kaybetmemek için Ukrayna’yı işgal etmek istemiştir. Bunun yanı sıra Ortodoks ülkeler birliği çalışmaları ise henüz daha istenilen kıvama gelememiştir. Çok daha küçük çaplı bir örnek de Fransa’nın Afrika’daki eski sömürgesi ülkelerle sürdürdüğü Frankafonluk çatısı altındaki beraberliktir. Yine zayıf ölçekli ve de duygusal bir birlik olan Arap Birliği çatısını da buna ilave edebilirim. Moritanya’dan Katar’a kadar çok değişik sosyoekonomik ve kültürel farklılıklara sahip Arap dünyası sadece dil birliğinden ibaret bir birlikteliktir. Maalesef İslam Ülkeleri üst çatısı diye bir birlikten söz etmek abesle iştigal olur. Uzun tahlil gerektiren bazı sebeplerden dolayı İslam birliği oluşturulamamaktadır. İslam İşbirliği Teşkilatı istenilen birliği sağlamaktan çok uzaktır. Bu arada son zamanlarda çok dikkatli ve aklı başında yürütülen stratejilerle Şia mezhebi mensupları arasında büyük bir dayanışma gözlemlenmektedir. İleride fiziki bir çatıya kavuşurlar mı bilmem ama şu an için duygusal ilişkileri en üst düzeyde götürmeye çalıştıklarını ifade edebilirim . Bu bağlamda süper güç Amerika’nın oluşturmaya çalıştığı ittifaklar duygusal ve ideolojik olmaktan çok uzaktır. ABD’nin belki sadece İsrail ile bu manada yakınlığı bulunabilir. ABD’nin İsrail dışında diğerleri ile sadece köle–efendi diyaloğu üzerinden ve tamamıyla kendi menfaatlerini önceleyen bir dış politika uyguladığını söylemekte bir bahis görmem.
Yukarıda saydığım diğer ittifaklarda ana rolü oynayan hiçbir ülkenin ABD kadar diğerlerini ezmediğini söylemem yanlış olmaz. ABD ittifak halinde olduğu ülkeleri gönüllü olmaktan çok zorunlu müttefik olmaya zorlamaktadır. Avrupa ülkelerinin diğer ülkelere bakışı da tam olarak bu kadar olmasa da Amerika’nınkine benzemektedir. Bu da sonuçta hiçbir zaman samimiyet ortamını doğuramamaktadır. Zira varsa yoksa her şey AB’nin kendi çıkarlarını korumak içindir.
Ukrayna kriziyle birlikte, NATO Üyesi Ülkeler Parlamentolar Birliği’nin Ortadoğu politikaları üzerine olan uluslararası görüş ve beyanlarını dikkatle takip etme imkanı buldum. Beyanatların tamamına yakını özel bir perspektife sahipti. Hepsi de askeri açıdan NATO üyesi ülkeleri yani sırf kendileri nasıl güvenlikte olabilirlerdi onu esas aldılar. Mesela Türkiye bu konuda sanki NATO üyesi ülke değilmiş gibi Türkiye’ye yönelik terör saldırıları ciddi manada tartışılmadı. Amerikalılar Gazze’de olan menfur duruma rağmen hala daha en büyük tehlikenin İran olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Suudi Arabistan’la birlikte yürüttükleri projeleri anlatıyorlar. Vakti zamanında Türkiye tarafından sorulan ”Daiş elemanları otobüslerle nereye götürülüyor?” sorusuna hala daha cevap vermediler ve İslam’ın, Müslümanların tamamı problemdir yaklaşımı içerisinde oldular.
Türkiye’nin Gazze’de yapılan insanlık ayıbına karşı verdiği mücadeleye baktığımızda bana göre Türkiye dış politikası iki kıskacın arasında bir türlü büyüyemiyor. Birincisi ister Osmanlı deyin, ister Hilafet deyin bu duygusal mirası kullanmayı reddeden bir ideolojinin yönlendirmesiyle kaybedilen ağabeylik rolü var. İkincisi ise batı eksenli dış politikada siz ne yaparsanız yapınız sizi bir türlü kendilerinden saymayanlar arasında mahcup ve önemsiz bir konuma sahip olan bir Türkiye var. Sadece ve gerektiğinde, ‘Bakın bizim de içimizde bir Müslüman ülke var’ demek için kullanılan bir ülke. Diğer taraftan dindar duygusallığı ile hareket edildiğinde Bazı İslam ülkelerinin Türkiye karşıtı tutumlarını görmeyen bazı gerçeklikler var.
Türkiye tek kutuplu yeni dünya düzeninde hatırı sayılır bir yer edinmek istiyorsa, emperyal felsefe ile dış politikalarını syedüren ülkelerde dış politika uzmanlarından oluşan Hollanda’nın dış politika danışmanlığı Clingendael Enstitüsü örneğinde olduğu gibi en az 200 kişilik bir danışmanlık mutfağı olmalı. Evet müesses devletlerde mutfak çok önemli. Müessese olamayan devletlerde ise sadece 1-2 kişi karar verir. Atanan danışmanlar ise ya saha ile hiç alakası olmayan birkaç gazetecidir veyahut ülkesinin üniversitelerinde zar zor okuyarak bir nebze dil öğrenmiş ama sosyal-politikalar üretme becerileri olmayan çevirmenlerdir. Türkiye’nin dış politikasındaki kararsızlıklar ve çift başlılık Monşer olarak öteledikleri diplomatların pasivize edilmesinden ve bu iki eksenin zaman zaman çatışmasından da kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak demek isterim ki insanlık namına İmparatorluk mirasına yakışan bir dış politika arzu ediliyorsa, siyasi ve politik duruşuna bakılmaksızın diplomasi mutfağında yetişmiş tecrübeli ve liyakatli diplomatlarla hatta Monşerlerle çalışmak daha mantıklı ve elzemdir.
Previous PostAvrupa’daki iftar sofraları nasıl olmalı?
Next PostTürklerin 60 Yıllık Hollanda’daki Yolculuğu ve Kültürel Zenginliği